Covid 19 yada bilinen diğer adı ile Corona virus’e karşı Immun sistemin ciddi aktivasyonu

COVİD 19 aşısı bulunana dek yapılabilecekler…

Verem aşısının  Verem mikrobunun özelliğinden dolayı Ciddi bir bağışıklık sağladığını biliyorum….

Benim 3 ay önce dünya ‘ya söylediğim bu idi….

hatta  Bir koldan Verem aşısı ile beraber ağızdan polio 5 damla damalatarak immun sistemi aniden hareketlendirmek ve akabinde 3 ay kadar Yüksek doz D vitamini,Çinko(25 mg/gün)ve B12 takviyesi ile kayıpların en az %75 ni halen öneleyebiliriz…..

Burda kontrol az risk çok risk grupları ile ciddi çalışmalar yapılabilir…

Bakteriler ve Virusler arası benzerlikler ve farklar….

Bakteri ve Virüslerin Benzerlikleri Öncelikle, benzerlikleri ele alalım. Bakteriler de, virüsler de aşırı küçük varlıklardır. Ortalamada 0.2-2 mikrometre büyüklüğünde olan bir bakteri, bir pirinç tanesinden ortalamada 5500 kat küçüktür. Dolayısıyla bakterileri görmek için mikroskop kullanmanız gerekir. Buna rağmen, Thiomargarita namibiensis gibi 0.75 milimetre çapa erişebilen bazı dev bakterileri çıplak gözle görmeniz mümkündür. Virüsleri görmek içinse elektron mikroskobu gibi çok daha güçlü mikroskoplar kullanmanız gerekir; çünkü virüsler, bakterilerden 10-1000 kat daha küçük olabilmektedir. Kıyas olması bakımından, en büyük virüsler olan megavirüs, pandoravirüs ve mimivirüs gibi bazı virüsler en fazla 750 nanometre (0.75 mikrometre) boya erişebilmektedir.

Bakteri ve Virüslerin Benzerlikleri

Öncelikle, benzerlikleri ele alalım.

Bakteriler de, virüsler de aşırı küçük varlıklardır. Ortalamada 0.2-2 mikrometre büyüklüğünde olan bir bakteri, bir pirinç tanesinden ortalamada 5500 kat küçüktür. Dolayısıyla bakterileri görmek için mikroskop kullanmanız gerekir. Buna rağmen, Thiomargarita namibiensis gibi 0.75 milimetre çapa erişebilen bazı dev bakterileri çıplak gözle görmeniz mümkündür.

Virüsleri görmek içinse elektron mikroskobu gibi çok daha güçlü mikroskoplar kullanmanız gerekir; çünkü virüsler, bakterilerden 10-1000 kat daha küçük olabilmektedir. Kıyas olması bakımından, en büyük virüsler olan megavirüs, pandoravirüs ve mimivirüs gibi bazı virüsler en fazla 750 nanometre (0.75 mikrometre) boya erişebilmektedir.

Hem bakteriler hem de virüsler genellikle öksürük ve hapşırık yoluyla, öpüşme veya cinsel birleşme yoluyla, kontamine olmuş yüzeylere (örneğin besinlere ve suya) temas etme yoluyla; evcil hayvanlar, büyük baş hayvanlar ve kene ile pire gibi böcekler aracılığıyla bulaşabilirler.

Her iki grup da kısa süreli hastalıklara (akut enfeksiyonlara) neden olabilirler. Ancak her iki grup da aynı zamanda uzun dönem hastalıklara (kronik enfeksiyonlara) neden olabilir. Ayrıca her iki grup da semptomatik olmayan ama aylar veya yıllar sonra etkisini gösteren gizli (latent) enfeksiyonlara neden olabilirler.

Tabii ki her iki grup da orta, ağır veya ölümcül hastalıklara neden olabilirler. İşte bu nedenle hangi mikrobun sizi hasta ettiğini tespit etmeniz gerekir. Neyse ki hastalık semptomları açısından bu kadar benzer etkilere sahip olabilen bu iki mikrop, mikroskop altında bir çam ağacı ile bir fil kadar farklı görünümlü varlıklardır.

Bakteriler

Bakteriler, çoğu zaman bağımsız olarak veya canlıların vücudunu konak olarak kullanarak yaşayabilen tek hücreli canlılardır. En az 3.5 milyar yıldır gezegenimizde var olan bakteriler, genellikle virüslere göre daha karmaşık yapılıdırlar. Buna rağmen, bakteriler prokaryotik canlılardır; yani hücrelerinde zarlı organelleri bulunmaz. Organelleri ve DNA’ları, hücre duvarının içine dağılmış haldedir.

Bakteriler hemen hemen her yerde yaşarlar. Dağların tepelerinde, okyanusların dibinde, diğer canlıların ve cansız cisimlerin dış yüzeylerinde, vücudunuzun içinde… Üstelik birçok bakteri son derece ekstrem koşullarda da hayatta kalabilir: aşırı tuzlu, aşırı asidik, aşırı bazik, aşırı yüksek radyasyon olan, aşırı sıcak veya aşırı soğuk ortamlarda… Ve bakteriler, hemen hemen her canlıya bulaşabilirler: hayvanlara, bitkilere, protistalara, mantarlara ve hatta diğer bakterilere de!

İstenmeyen bir bakteri vücudunuza girdiğinde hemen bölünüp yayılmaya başlar ve bulunduğu bölgede enfeksiyon oluşturur. En yaygın bakteriyel enfeksiyonlar boğazda, kulakta ve idrar yollarında gözlenenlerdir. Doktorunuzun isteğiyle yapılacak testin (örneğin boğaz kültürünün) sonucu pozitif çıkarsa, yine doktorunuzun reçete edeceği bir antibiyotik, bu enfeksiyonu tedavi edecektir.

Bakterilerin türünü teşhis etmek için birçok yöntem kullanılabilir; ancak genellikle ilk yapılan, hücre şekline bakmaktır. Bakteriler birçok şekle sahip olabilir: küresel yapıda (bunlara coccus denir), çubuk şeklinde (bunlara basil denir), spiral şeklinde veya virgül şeklinde (bunlara vibrio denir).

Bakteriler çoğunlukla eşeysiz olarak, amitoz bölünme denen bir yöntemle ürerler. Bu, ilkel bir mitoz bölünme gibi düşünülebilir ve tek bir hücreden, birbirinin aynısı olan iki kopya üretilir. Bazı bakteriler uygun şartlarda sadece 10 dakikada bir bölünebilirler; ancak çoğu bakterinin bölünmesi için birkaç saat geçmesi gerekir. Bu üreme hızları nedeniyle bakteriler çok hızlı bir şekilde sayılarını arttırabilirler ve çok hızlı bir şekilde evrimleşebilirler.

Unutmayın, her bakteri zararlı değildir! Peynir ve yoğurt üretiminde veya atık su arıtmasında bakterilerden yararlandığımız gibi bazı besinlerin sindirilmesinde de bağırsaklarımızdaki bakterilerden yararlanırız.

Buna rağmen, bakterilerin sebep olduğu çok sayıda hastalık vardır. Bakteriler, genellikle ürettikleri toksinler yoluyla konak hücreye zarar verirler. Örneğin kara veba hastalığı, Yersinia pestis isimli bir bakteriden kaynaklanan bir hastalıktır ve milyonlarca insanı öldürmüştür. Benzer şekilde, üretilen toksinlerden ötürü gıda zehirlenmesine neden olan da bakterilerdir. Boğmaca, menenjit, boğaz iltihabı,, kulak enfeksiyonu, idrar yolu enfeksiyonu, zatürre ve verem gibi hastalıkların tümü bakteri kaynaklıdır.

Bakterileri öldürmek için antibiyotik kullanırız. Bunlar, bakterilerin çeşitli yapısal özelliklerinden faydalanarak onların bölünme mekanizmalarını bozabilir veya doğrudan doğruya ölümlerine neden olabilir. Antibiyotikler, bakterilere karşı çok güçlü bir silah olsa da, uzun süreli, abartılı veya doğru olmayan şekillerde kullanılması halinde antibiyotik direnci adı verilen bir olguyla karşılaşılabilir. Bu, bakterilerin evrimleşerek, antibiyotiklere direnç kazanması olayıdır. Bu nedenle antibiyotiklerin hekim denetiminde ve doğru bir şekilde kullanılması gerekir

Eğer bakterilere karşı kendinizi korumak isterseniz, yapabileceğiniz en iyi şey ellerinizi doğru bir şekilde, sık sık yıkamak ve düzgün beslenip, egzersiz yaparak savunma sisteminizi güçlü tutmaktır.

Virüsler

Virüs ise yaşamak için bitki, hayvan veya bakterilere ihtiyaç duyan cansız bir parazittir. Cansız olmalarının nedeni, canlılığın gereksinimi olarak görülen vücut yapısını (organizasyonu) sürdürebilmelerini sağlayan iç aktiviteden (metabolizmadan) yoksun olmalarıdır. Virüsler, enfekte ettikleri konağın dışındaykan bir protein zırh içine hapsolmuş bir genetik malzemeden (RNA veya DNA) ibarettirler (organizasyonları vardır ama metabolizmaları yoktur). Bir konağı enfekte ettiklerinde ise protein zırhları dağılır ve DNA/RNA’dan ibaret olurlar (bir çeşit aktiviteleri vardır ama organizasyonları yoktur). Organizasyon ve iç aktivite kriterlerini aynı anda ve sürekli olarak sağlamadıkları için cansız olarak kategorize edilirler; ancak birçoklarınca “canlılığın eşiğindeki cansızlar” olarak değerlendirilirler – ki bu, evrimsel geçişe harika bir örnektir!

Virüsler, bakterilere göre çok daha küçüktür (en azından, yukarıda da sözünü ettiğimiz pandoravirüsler gibi megavirüsler hariç). Virüslerin sadece proteinden bir kılıfları ve genetik malzemeleri vardır; dolayısıyla konak olmaksızın varlıklarını sürdüremezler. Bu nedenle canlı olmayan yüzeylerde, çoğu zaman kısa sürede (birkaç saat ila birkaç gün içinde) parçalanarak dağılırlar.

Virüsler de hayvanlar, bitkiler, protistalar gibi çok çeşitli canlılara bulaşabilirler; ancak en yaygın bilinen virüsler bakteriyofaj adı verilen ve bakterilere bulaşan virüslerdir. Hatta ilginç bir şekilde diğer virüsleri enfekte edebilen virüsler de tespit edilmiştir (bunlara virofaj denmektedir). Ekstrem koşullarda yaşayan bakterileri enfekte eden bakteriyofajlar da, tıpkı konakları gibi ekstrem koşullarda varlıklarını sürdürebilmelerini sağlayan adaptasyonlara sahiptir.

Virüsler konağa bulaştıkları zaman protein kılıf içindeki DNA veya RNA’larını konağa enjekte ederler ve dağılırlar. Bu DNA veya RNA, konağın kendi DNA’sına bağlanır. Böylece konak amitoz veya mitoz yoluyla bölünürken, virüsün kendi DNA’sı da kopyalanmış olur. Hatta viral DNA/RNA, kendi kısımlarını daha sık kopyalamaya zorlar ve böylece tek bir konakta binlerce, on binlerce, kimi zaman milyonlarca virüs üretilebilir. Bu ekstra viral DNA/RNA, yeni viral protein kılıflarının üretiminde kullanılır ve bu sayede tek bir konakta çok sayıda virüs üretilmiş olur. Bu virüslerin sayısı bir süre sonra konak hücrenin taşıyamayacağı kadar çok olur. Bu nedenle konak hücre adeta “patlar” ve virüsler etrafa saçılarak diğer hücrelere bulaşabilirler. Böylece virüsler çok hızlı bir şekilde (genellikle bakterilerin üreme hızından çok daha hızlı bir şekilde) üreyebilirler. Zaten bakterilerden bile hızlı evrimleşmeleri de bu nedenledir.

Bu yüksek üreme hızları dolayısıyla, virüsler doğada bakterilerden çok daha yaygın olarak bulunurlar – ki bakteriler gezegende açık ara farkla en çok sayıda bulunan canlı grubudur. Her 1 bakteri için ortalamada 10 virüs bulunduğu düşünülmektedir. 1 metrekarelik bir alanda yüz milyonlarca virüs ve on milyonlarca bakteri bulunabilmektedir.

Virüs, vücudunuza girdiğinde sağlıklı hücrelerinizi ele geçirip onların daha çok virüs üretmelerine neden olur. Soğuk algınlığı, grip, suçiçeği, uçuk ve Hepatit B ve C en yaygın viral enfeksiyonlardandır.

Virüs, antibiyotikle tedavi edilemez; antiviral ilaçlar ise sadece virüsün çoğalmasını engellemeye ve hastalık belirtilerini azaltmaya yöneliktir, gerisi bağışıklık sisteminizin gücüne kalır. İyi haber ise, bir virüs türüyle savaşan vücudunuzun belli bir süre için o virüse karşı bağışıklık kazanmış olmasıdır.

Yine de en iyisi aşı olmaktır. Aşıyla vücuda enjekte edilen zayıflatılmış veya ölü antijenler, enfeksiyona neden olmadan vücudun antikor üretmesini ve bağışıklık kazanmasını sağlar. Virüsler hakkında daha fazla bilgiyi buradan alabilirsiniz.

Virüslerin hepsi konakları için zararlıdır ve insanlarda da birçok ölümcül hastalığa neden olan çok sayıda virüs bulunur. Örneğin çiçek hastalığı, variola virüsü isimli bir virüsten kaynaklanmaktadır. Ayrıca İspanyol Gribi olarak bilinen viral hastalık 20-40 milyon insanı, HIV isimli virüsten kaynaklanan AIDS hastalığı ise sadece 2013 yılında 1.5 milyon insanı öldürmüştür. Bunun haricinde Ebola virüsü, Zika virüsü, influenza (grip) virüsü gibi virüsler de çok sayıda insanın hayatını kaybetmesine neden olmuştur ve olmaktadır. Bronşit, nezle, öksürüklerin büyük bir kısmı da viral kaynaklı hastalıklardır.

Coronovirus ‘te Verem (BCG)Aşısının büyük etkisi

Zorunlu Verem Aşısının yapıldığı ülkelerde, Zorunlu Verem aşısı yapılmayan ülkelere göre COVİD 19 en az 10 kat daha az görülüyor….

Koronavirüs nedeniyle en fazla can kaybının yaşandığı ülkelerden biri İspanya iken komşusu Portekiz’de neden bu kadar düşük ölüm yaşandı?

Iber yarımadasını paylaşan bu iki ülkedeki Covid-19 sayılarının neden bu kadar farklılık gösterdiği henüz tam olarak bilinmiyor fakat bunun iki ülkenin izlediği aşı politikalarından kaynaklanmış olabileceği belirtiliyor.

Elbette henüz Covid-19’a karşı bir aşı bulunabilmiş değil ama on yıllardır kullanılan tüberküloz aşısı bu gizeme bir cevap sunabilecek nitelikte.

Yeni bir bilimsel çalışma tüberküloz (verem) aşısının, bir diğer adıyla BCG aşısı, zorunlu olduğu ülkelerle Covid-19 vaka sayıları arasında bir korelasyon olabileceğini ortaya koydu.

New York Teknoloji Enstitüsü araştırmacılarından Gonzalo Otazu BCG aşısının zorunlu olmadığı İtalya, Hollanda ve ABD gibi ülkelerin koronavirüs salgınından bu aşının zorunlu olduğu ülkelere oranla daha fazla etkilendiğini belirtti.

Otazu sosyal medya hesabı üzerinden BCG aşısının genel olarak solunum yolu rahatsızlıklarına karşı koruma sağlayabileceği yönünde çalışmalar olduğunu, verilere baktıklarında ise aşının zorunlu olmadığı ülkelerde kişi başına yaşanan can kaybı oranın yüksek olduğunu gördüklerini duyurdu.

Otazu verem aşısının İtalya’da hiç bir zaman zorunlu olmadığını vurgularken can kayıplarının göreceli olarak düşük kaldığı Japonya’da bu aşının zorunlu olduğunu hatırlattı.

Araştırmacılar aşının zorunlu olduğu fakat bunu farklı zaman dilimlerinde uygulayan İran ve Japonya’yı da karşılaştırdı.

Japonya BCG aşısını 1947 yılında zorunlu hale getirirken İran da bu 1984 yılından itibaren zorunlu olarak yapılmaya başlandı.

Avrupa’da durum nasıl?

Araştırma Covid-19’un doğu ve batı Avrupa ülkeleri arasındaki yayılma hızında görülen farklılığın da aşı politikalarıyla korelasyon içerisinde olduğunu ortaya koyuyor.

Zorunlu verem aşısı eski Sovyet bloğu ülkelerinde batı Avrupa ülkelerine göre daha sıkı bir biçimde uygulanmıştı.

Hatta Robert Koch Enstitüsü verilerine göre 1990 yılına kadar doğu bloğunda yer alan Almanya’nın doğu eyaletlerinde 100 bin kişiye düşen vaka sayısı ülkenin diğer bölgelerine göre daha düşük oranda.

Avrupa’da en çok ölüm sayısının olduğu ikinci ülke olan İspanya’da ise verem aşısı sadece Bask bölgesinde zorunlu olarak uygulanmıştı.

Prof. Dr. Mehmet Ceyhan uyardı: Savan hoca haklı çıktı!

Covid 19 salgınını önlemede ve korunmada çocukluk dönemi aşılarının tekrarlanmasının yararlı olacağını anlatabilmek için bir aydır büyük gayret gösteren Antalya’nın tanınmış çocuk sağlığı uzmanlarından Dr. Savan Günay’ın hipotezini doğrulayan açıklama Hacettepe Tıp Fakültesi’nden geldi.

Kontrolsüz Mülteci Akını, Aşı Takvimizi Yıllar Öncesine götürdü…

Kontrolsüz mülteci girişleri 30 yıllık aşı takvimini bozdu Suriyeli mültecilerin sağlık kontrolü yapılmadan Türkiye’ye alınması ciddi sorunları da beraberinde getirdi. Uzmanlar, Türkiye’deki 30 yıllık aşı takviminin bozulduğunu belirterek kızamık ve verem gibi hastalıkların yeniden görülmeye başlayabileceği uyarısında bulundu.

Suriye’de yaşanan iç savaş sebebiyle milyonlarca Suriyeli ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Bunların önemli bir kısmı Türkiye’ye geldi. Zaman gazetesinden Zehra Evcil’in haberine göre, İçişleri Bakanlığı’nın resmi verilerinde haziran 2015 itibarıyla Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin sayısının 1 milyon 385 bine ulaştığı görülüyor. Resmi olmayan verilere göre ise bu rakam 3 milyon civarında. Sınır ötesinde ve göç yolunda 4 yılı aşkındır kötü şartlarda barınan Suriyeli mültecilerde ve özellikle çocuklarında ciddi sağlık sorunları da baş gösteriyor.

Suriyelilerin tüm Türkiye’ye yayılmasıyla ülkenin her iline yansıyan en önemli sorun ise aşı. Uzmanlar, planlı aşı takvimi takibi ve il bazında yakın takip yapılmadığı için Suriyeli çocukların yaşadığı mağduriyetin, Türkiye’nin 30 senelik aşı haritasını da değiştirdiğine dikkat çekiyor. Çünkü sınır illerindeki kamplarda yaşayan Suriyeli bebeklere aşı takvimi uygulanırken, kamp dışında yaşayan yüz binlerce çocuğa aşı yapılmıyor. Türkiye’de 30 yıldır görülmeyen kızamık hastalığının Suriyeli göçmenlerin ülkeye kontrolsüz alınmasıyla birlikte yeniden baş gösterdiğini belirten Çocuk Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Savan Günay, “İlmik ilmik 30 yıldır yaptığımız aşı takvimimiz bozuldu” dedi. 

Kızamık hastalığının yeniden hortlamasıyla ülkemizde yaşayan çocuklara iki defa kızamık aşısı uygulanmaya başlandığını vurgulayan İstanbul Halk Sağlığı Müdürlüğü Genel Sekreteri Dr. Tuna İman ise, “Sağlık güvenliği oluşturmadan alınan Suriyeli mültecilerden bulaşan salgın hastalıkların hızlı biçimde artmasının olumsuz etkileri görülecektir” diye konuştu.

30 YILLIK AŞI TAKVİMİ BOZULDU

Aşı takviminde yaşanan değişmeyle çocuklarda görülen salgın hastalıkların iki yıl içerisinde daha da artacağına dikkat çeken Prof. Günay, uzun emekler sonucunda kontrol altına alınan ve yok edilen bulaşıcı hastalıkların yeniden artmasıyla aşı takviminin demografik yapısının da değişeceğini söylüyor. Prof. Günay, “Aşılanmayan Suriyeli çocuklar, ülkemizdeki aşılanan çocukların da bağışıklık sistemlerini bozdu. İlk olarak Batı Şeria ve Gazze’den kontrolsüz geçişle el, ayak ve ağız hastalığı görülmeye başlandı. Bakanlık o dönemde bir dizi önlem almaya başlamıştı ancak daha sonra takip bırakıldı. Sonra Suriye’ye kapıların açılmasıyla olay kontrolsüz bir hale geldi” dedi.

DUYARSIZLIK, VEREM VAKALARINI ORTAYA ÇIKARABİLİR

Sınır illerindeki kamplarda kalan Suriyelilere Türkiye’deki aşı takviminin uygulandığını ifade eden İstanbul Halk Sağlığı Müdürlüğü Genel Sekreteri Dr. Tuna İman, Suriyeli sığınmacıların ülkelerinde kendi bebeklerine uyguladıkları farklı aşılar olabileceğine değindi. İman, “Farklı bir iklimden geldikleri için bizde görülmeyen onlarda görülen hastalıkların görülmesi de mümkün. Özel sağlık hizmetleri mutlaka verilmeli ve bunlar sistematik olarak takip edilmeli. Eğer Suriyelilerin salgın hastalıkları konusunda duyarsızlık devam ederse, Türkiye’deki hastalık listeleri değişebilir. Kolay bir şekilde bulaşabilen tüberküloz (verem) vakaları ortaya çıkabilir” ifadelerini kullandı.

Corona Virus için Riskli kan Grupları

Kaliforniya merkezli biyoteknoloji şirketi 23andMe’nin 750 bin kişiden alınan veriler ışında hazırladığı rapora göre, A en riskli kan grubu olarak belirlendi.En az risk ise 0 kan grubunda

Corona virüs nereden çıktı?

Yaygın görüş, virüsün yarasalardan yayıldığı yönünde. Ancak ne bu teori ne de insana bulaşmadan önce yarasadan pangolin gibi bir başka hayvana geçtiğine dair teoriler şu ana kadar teyit edilebildi.

Kesin olan şu ki bu hastalığa, hayvanlardan insanlara geçen bir virüs neden oluyor. Virüs, hayvanlarda bir dizi genetik mutasyondan geçiyor ve böylece insanlara bulaşabiliyor.

Nature dergisinde geçen ay yayımlana bir çalışma, yeni corona virüsün gen haritasının, yarasadaki corona virüsünkiyle yüzde 96 oranında aynı olduğunu ortaya koydu.

Araştırmacılar, virüsün laboratuvarda üretildiğini öne süren bazı komplo teorisyenlerinin iddialarının gerçek dışı olduğunu belirtiyor.

Epidemiyolog Gideon Meyerowitz-Katz’a göre sürü bağışıklığı günümüz koşullarında korona virüs ile mücadelede bir opsiyon değil. Zira Katz’a göre aşı olmadan toplum bağışıklığından bahsetmek bilimsel olarak mümkün değil

Devam eden olan aşı testlerinin başarıyla sonuçlanması durumunda ilgili federal kurumlardan onay alabilmesi ve halkın kullanımına sunulabilmesi için yetkililer 12 ila 18 ay arasında bir süre öngörüyor.

Almanya’daki Federal Risk Değerlendirme Enstitüsü’ne (BfR) göre, yapılan laboratuvar testleri, “ciddi oranda yayıldığı” takdirde havada üç saat bulaşıcı şekilde kalabildiğini ortaya koyuyor. Bu süre; bakır yüzeylerde dört saate, karton yüzeyde 24 saate, plastik ya da paslanmaz çelik yüzeylerde ise üç güne kadar çıkabiliyor. 

ABD Hastalıkları Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC), yeni tip Corona virüsün (Covid-19) yüzeylerde, daha önce açıklanandan çok daha uzun süre yaşayabildiğine dikkati çekerek Japonya ve California’daki yolcu gemilerinde, tahliyeden 17 gün sonra bile kabinlerde virüsün izine rastlandığını bildirdi.

Virüs bazı yüzeylerde saatlerce hatta günlerce tutunabilse de zaman geçtikçe daha az bulaşıcı oluyor.

MELATONİN

Melatonin, beyinde bulunan pineal bezin salgıladığı bir hormondur. Aynı zamanda mide-bağırsak organları, kemik iliği, göz, akyuvar hücreleri ve deri tarafından da üretilmektedir.

Melatonin, beyinde bulunan pineal bezin salgıladığı bir hormondur. Aynı zamanda mide-bağırsak organları, kemik iliği, göz, akyuvar hücreleri ve deri tarafından da üretilmektedir. Sirkadiyen ritim olarak adlandırılan biyolojik saat ile birlikte uykunun düzenlenmesi ana görevidir. Bununla birlikte kan basıncı düzenleyici ve oksidatif stresi azaltıcı etkileri de vardır.

Son 150 yılda önce lamba sonra TV’in hayatımıza girmesi, sanayileşme ve modern hayat, binlerce yıllık uyku alışkanlıklarımızda önemli değişikliklere yol açmıştır. Bunlara ve diğer birçok nedenlere bağlı olarak uyku bozuklukları birçok kişinin muzdarip olduğu bir durum olarak karşımıza çıkmıştır. Uyku bozukluklarını anlama ve tedavi etme çabaları, uykunun en önemli düzenleyicilerinden olan melatonin hormonunu karşımıza çıkarmıştır. Uyku ile ilgili birçok rahatsızlıkta, melatonin seviyelerinin normalden az olduğu tespit edilmiştir.

Nörotransmitter (sinir hücreleri arasında iletişimi sağlayan molekül) olarak da anılan bu hormon tek bir organdan salgılanmadığı gibi, tek bir hedef organda da etkili değildir. Bir başka deyişle vücuttaki çeşitli hücrelerde reseptörler yoluyla etkisini gösterir.

Melatoninin kanserdeki rolü, hakkında en çok araştırılan konulardan biridir. Bununla birlikte melatoninin, hem kanserden korunmada hem tedavide belirlenmiş/netleşmiş bir rolü yoktur.

Melatoninin tümör büyümesini engellemedeki rolüne ilişkin yapılan en güncel çalışmalar şunlardır;

*  2016 yılında Breast Cancer’da yayımlanan çalışmada 20 senelik tüm çalışmalar derlenmiş ve sonuç olarak “melatoninin, kanser hücresinin büyümesini ve damar oluşturmasını engelleyebileyeceği”, ancak bu çalışmaların ileri analizlerle doğrulanması gerektiği belirtilmiştir.

*  2016 yılında Genes and Cancer’de yayımlanan çalışmaya göre melatonin hormonunun, meme kanseri tümörlerini büyümesini baskıladığı tespit edilmiştir. Melatoninin, östrojen reseptörüne bağlanarak doğal östrojenin bağlanmasını engellediği, böylelikle tümör büyümesini önlediği düşünülmektedir.

Yukarıda bahsedilen araştırmalar hücre kültürü çalışmalarıdır, yani melatoninin insanlardaki gerçek tümörler üzerine etkileri henüz ölçülmemiştir. Ayrıca yine laboratuvar ortamında yapılan hücre kültürü çalışmalarında melatonin hormonunun antioksidan, bağışıklık sistemi düzenleyici ve tümör büyümesi engelleyici etkisi olabileceği rapor edilmiştir. Ancak bu çalışmaların doğrulanması için daha ileri analizlere ihtiyaç vardır. 2013 yılında Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü, melatonin kullanımının kanser önleyici etkisi ile ilgili ikna edici bir kanıt bulunmadığını açıklamıştır.

Aynı zamanda melatonin hormonunun kanser yan etki tedavisinde ne gibi rolü olduğuna dair klinik çalışmalar da mevcuttur.
Bunlar;

61 hastanın yer aldığı 8 randomize çalışmanın istatistiksel analizi sonucunda günlük oral melatonin kullanımının hastalığın gidişatında olumlu sonuçlara neden olduğu rapor edilmiştir. Ancak istatiksel açıdan anlamlı olabilmesi için daha kapsamlı ve geniş katılımlı çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu çalışmayla kesin bir kanıya varmak mümkün değildir.
Kanserin kendisi veya tedaviye bağlı bir yan etki olarak görülebilen kanser kaşeksi (istemsiz kilo verme) sendromunda melatonin denenmiştir. Erken çalışmaların sonuçları melatonin kullanımının kansere bağlı kilo kaybında işe yarayabileceğini düşündürse de daha geniş çaplı çalışmalarda bu potansiyel olumlu etki doğrulanamamıştır.
Melatonin ve kanser ilişkisi henüz deneysel aşamada olup aydınlatılması uzun yıllar alacak bir konudur. Klinik çalışmalar halen erken evrede ve az sayıda hastayla yapılmaktadır. Sonuç olarak melatoninin, kanserden korunma veya tedavisinde netleşmiş bir rolü yoktur ve ancak alternatif tıp uygulamaları kapsamında değerlendirilebilir. Lütfen doktorunuza danışmadan kanserle ilgili bir durum için oral melatonin tabletlerini kullanmayın.

AMİPLİ DİZANTERİ

Amipli dizanteri, Entamoeba histolytica’nın neden olduğu kanlı fakat pü içermeyen parlak mukuslu diyare ile seyreden, bir dizanteridir.

Amipli dizanteri, Entamoeba histolytica’nın neden olduğu bazen kanlı çoğu kez  püy  içermeyen parlak mukuslu diyare ile seyreden, ateşin çoğu kez yüksek ateş olarak eşlik ettiği  bir dizanteridir. 
Etyoloji:
E. histolytica ortalama 25-40 mikron büyüklüğünde vejetatif (trofozoit) formu ile ortalama 12-15 mikron büyüklüğünde kist formu bulunan bir protozoerdir. Trofozoit şeklinde araba tekerleği gibi kromatin içeren bir çekirdek ve bir santral nukleolus vardır. Sitoplazması ektoplasma ve granüler endoplasmadan oluşur. Sitoplazma içinde vakuoller ve fagosite edilmiş eritrositler bulunur. Kist şeklinde 1-4 adet nukleus vardır. Vejetatif formun mikroskop altında incelendiğinde, psödopatlar çıkararak yer değiştirdiği görülür. Hareketi yavaştır. Görebilmek için aynı hücreye 2-3 dakika bakmak gerekir. Hücrenin bir tarafından parlak saydam zar şeklinde parmak gibi bir uzantı-psödopod-çıkar; sonra bütün sitoplazma bu psödopodun içine akar. Tespit edilmiş ve trichrome boyası ile boyanmış preparatlarda E. histolytica’nın çekirdek yapısını daha iyi görmek mümkündür. Çekirdeğin tam ortasında karyosome denilen oluşumdan perifere doğru uzantılar şeklinde kromatin ağı görülür. Çekirdek çevresinde bu ağ muntazam bir dağılım gösterir. Kist çekirdekleri de aynı yapıdadır. Kistlerde kromatoid cisimcikler vardır. Dışkıda saprofit olarak bulunabilen Entamoeba coli’nin trofozoit şekillerinde fogosite edilmiş eritrosit bulunmaz. Çekirdek yapısı düzgün değildir. Karyosome eksantrik olup tam merkezde oturmaz. Kist formlarında daha fazla sayıda çekirdek bulunur. Entamoeba hartmanni’nin hem trofozoit ve hem de kistleri çok daha küçüktür (5-10 mikron). Entamoeba histolytica’nın ayrıca E. dispar denilen non patojen suşları da vardır.
Epidemiyoloji:
E. histolytica ile infekte olanlar hem trofozoit, hem de kist şekillerini dışkıları ile dışarıya atarlar. Trofozoit şekil 15-20 dk. sonra dejenere olur, fakat kistler uzun süre dış ortama dayanıklıdır. Özellikle sosyo-ekonomik yönden az gelişmiş ülkelerde kistlerin karıştığı suların içilmesi veya bu sularla sulanmış sebzelerin yenilmesi ile infeksiyon oral yoldan bulaşır. Trofozoit şekil zaten mide asidine dayanıklı değildir. Dünyanın her tarafında bulunan amipli dizanteri, ülkemizde de oldukça sık görülür. İnfekte olanların %90’ından fazlasının asemptomatik olarak aylarca dışkıları ile kist çıkarmaları bu hastalığın bulaşmasında önemli rol oynar. Çünkü sadece semptomatik olanlar teşhis edilip tedavi edilmektedir. Homoseksüeller arasında infeksiyon oranı yüksektir.
Patojenez:
Kistler mide barajını aştıktan sonra ince barsakların alkalen ortamında vejetatif şekle geçme olanağı bulur. Amibin proteas, hyaluronidaz, mukopolisakkaridaz enzimleri kolon mukozasına invaze olmasını kolaylaştırır. Penetrasyon çoğunlukla mukoza altında kalıp, musküler tabakayı aşmaz. Lumene bakan yüzeyi dar, fakat tabanı daha geniş ülserler gelişir. Nekroz nedeni ile kılcal damarlar açılır ve kanama başlar. Ödeme rağmen fazla PMN migrasyonu olmaz. Çok ender olarak nekroz muskularis tabakayı da aşar ve barsak perforasyonu gelişebilir. Kolondaki bakteriyel flora trofozoitlerin çoğalma ve penetrasyonunu kolaylaştırır, sekonder infeksiyona neden olabilir. Trofozoitler venöz dolaşımla karaciğere ulaşacak olursa ekseriya sağ lopta amip absesi meydana gelir. Buradan direkt yolla sağ akciğere geçiş mümkündür. Deri amibiazisi ekseriya perianal bölgede görülür. Seyrek rastlanan bir invaziv şekildir. Lezyonlar kondilomatöz veya ülseratif olup, kanamaya çok müsaittir. Yüzeyleri kirli yeşilimtrak sarı renkli bir eksuda ile örtülüdür. Kolondaki lezyonun abdomende cilt altına fistülize olması sonucu o bölgede nekroz ve gangren gelişir. Amibiasis’in bu cilt şekli tanısı güç klinik bir formdur. Çok nadir görülür. 
Klinik bulgular:
İntestinal amibiazis genellikle akut dizanteri formu ile tanınır. Ancak asemptomatik formu olabileceği gibi remisyonlarla aktivasyonun birbirini takip ettiği kronikleşen klinik formu da vardır. Amipli dizanterili hastada dışkılama sayısı günde 10-15 kadardır. Karnın alt kadranında geçici ağrılar olur. Dışkı, miktarı az, taze kan ve parlak mukus içerir, pü yok denecek kadar azdır. Hastanın genellikle ateşi yoktur, ancak bir kısım hastada ateş yükselmesi olabilir. Kolondaki ülserlerin derin olmadığı hastalarda sulu veya şekilsiz, kansız, parlak mukuslu dışkılama olabilir. Derin lezyonların perfore olup fulminant seyredebileceğini de unutmamak gerekir. Amipli karaciğer absesi dizanterinin aksine yüksek ateşe neden olur. Sağ hipokondriumda künt bir ağrı ve lökositöz vardır. Eritrosit sedimentasyon hızı artmıştır. Çok kez akciğer grafisi çekildiğinde diyafragmanın yükselmesi ile fark edilir. Karaciğer palpasyonla hafif ağrılıdır. Skleralarda subikter görülebilir. Transaminaslarda (AST, ALT) biraz yükselme saptanır. Ama hiç bir zaman bir viral hepatitteki kadar yükselmez. Alkalen fosfataz normalin üstünde bulunur. Ultrasonografi ile kesin tanı konur. Hastaların anamnezinde, 3-4 hafta veya birkaç ay önce dizanteri bulunabileceği gibi, bir yıl öncesine kadar hiç bir dizanteri hikayesi bulunmayabilir. Ameboma, E. histolytica’nın yapabileceği kitle şeklinde lezyonlar olup, anal bölgede veya çekum bölgesinde palpasyonla farkedilir. Çok kez kolon kanseri zannedilir.
Tedavi görmemiş kronik şekli intermitant diyare ile seyreder. 
Tanı: Amipli dizanteri, basilli dizanteri, ülseratif kolit, psödomembranöz kolit, kolon kanseri, kolon tüberkülozu ile karışabilir. Kesin ve en pratik tanı yöntemi dışkının lam lamel arasında mikroskop altında direkt incelenmesi ile konur. Trofozoit şeklini daha önce görmemiş olanların yanılmaları çok kolaydır. Kist şekilleri ise dışkıda bulunana artefaktlarla karıştırılabilir. Preparatın dışkı verilir verilmez hazırlanması gerekir. Amipe benzer hücreler 40 x objektif ile görüldükten sonra, aynı alana sürekli 3-4 dk. bakarak psödopod çıkarmasını beklemek gerekir. Ayrıca kanlı mukuslu dışkı kısmından öze ile alınan küçük bir parçanın ince bir sürüntüsü yapılıp tespit edilir ve boyandıktan sonra immersiyon objektifi ile hem trofozoit hem de kistlerinin ince yapısının incelenmesi uygun olur. Boyama için en çok Wheatley’in trichrome boyası tercih edilir. Ayrıca kanlı-mukuslu dışkı parçasından tuzlu su içerisinde bir tüpte süspansiyon yapılır, % 6’lık formalin ve ethyl acetate (%10 luk formalin 9 ml + 3 ml ethyl acetate) ilave edilip bir süre bekletildikten sonra santrifüj edilir. Sedimentten bir damla alınıp üzerine %2’lik iyottan bir damla damlatılır mikroskop altında incelenir.Bu preparatta kistlerin yapısı iyi görülür.E.histolytica için dışkı kültürü Robinson besiyerine yapılabilirse de pratikte pek yararı olmayan bir yöntemdir. Pasif hemaglutinasyon testi ile antikor saptamak hastalığın endemik olmadığı ülkelerde tanı koydurabilir. Sigmoidoskopi ile lezyonların görülmesi çok kez kesin tanı koymaya yetmez, fakat alınacak kazıntı materyalinde E.histolytica kolayca görülebilir.
Tedavi:
Tedavide seçilecek kemoterapötikler E.histolytica’nın yerleşim yeri ve invazyon yapıp yapmadığına göre değişebilir. Metronidazole her türlü klinik şeklinde kullanılabilir, fakat diloxanide furoate ve paromomycin yalnız barsak lumenindeki protozoere etki edip dokulara invaze olmuş şekline etki etmez.Asemptomatik olup sadece dışkılarında kist görülenlere, Diloxanide furoate erişkinde 500 mg x 3/gün veya Paromomycin 30 mg/kg/gün, 10 gün süreyle verilebilir. Ayrıca kistler için Diiodohydroxyquin 650 mg x 3/gün, 20 gün süreyle önerilir.Dizanterisinde ve karaciğer absesinde genellikle metronidazole tercih edilir. Günlük total doz 30 mg/kg olup, 3’e bölünerek 8 saat aralıklarla p.o. ve 10 gün süre ile kullanılır. Karaciğer absesi cerrahi konsültasyonu gerektirir. Ya açılarak veya perkütan transhepatik drenaj sağlanmadan büyükçe bir absenin metronidazole ile tedavisi yeterli olmaz. Ancak cerrahi girişim ile birlikte mutlaka metronidazole tedavisi de yapılmalıdır. Dizanteri veya karaciğer absesinin tedavisinde metronidazole ile birlikte veya ondan sonra diloxanide furoate, paromomycin veya diiodohydroxyquin kullanmayı önerenler vardır.Emetine ve chloroquine amipli dizanteride uzun süre kullanılmıştır. Fakat halen tercih edilmeyen ilaçlardır. Metronidazole dışında ornidazole, secnidazole ve tinidazole içeren preparatlar da tedavide kullanılmaktadır. Etkinlik açısından aralarında pek fark yoktur.Farmakokinetikleri farklıdır. Metronidazole günde 3 kez, ornidazole günde 2 kez, secnidazole günde bir kez verilir.
Metronidazole içerenler: NidazoleR tab., FlagylR tab.
Ornidazole içerenler: BiteralR tab., OrnisidR tab.Secnidazole içerenler: FlagentylR tab.Kistler için en etkili ilaç diloxanide furoate’tır. Fakat Ülkemizde preparatı yoktur. Çocuklar için dozu 20 mg/Kg/ gündür.Asemptomatik kist taşıyıcılarında kullanılabilir. Yoksa her amipli dizanterili hastada kullanma gereği yoktur. Ornidazole ve tinidazol’un E. histolytica infeksiyonlarının tedavisinde erişkin için günlük total doz 2 g. dır. Metronidazole alanlar aynı zamanda alkol alırlarsa, alkoliklere disulfiram verildiğinde görülen antabus reaksiyonuna benzer semptomlar görülür, baş ağrısı, bulantı, kusma gibi. 
GİARDİAZİS
Giardiazis, Giardia lamblia adı verilen protozoerin sebep olduğu, en önemli ve çok kez tek belirtisi diyare olan bir ince barsak hastalığıdır.
Etyoloji:G.lamblia (G.intestinalis, G.duodenalis) trofozoit ve kist olmak üzere iki morfolojik formda bulunur. Trofozoit form 4 çift flajellası ile sürekli ve çok hızlı hareket halinde görülür. Uzunluğu 10-20 mikrometre olan, armut biçiminde bir protozoerdir. Ortalarında nokta şeklinde karyozum bulunan iki çekirdeği gözlük biçiminde görülür. Yeni dışkılanmış dışkı lam-lamel arasında incelendiğinde trofozoit formu sürekli hareket halinde olduğundan kolayca farkedilir. Eğer dışkı bekletilmiş ise hareketleri kaybolacağından boyasız preparatlarda trofozoiti görmek mümkün olmaz. Alkol ile tesbit edilip trikrom, giemsa veya hematoksilen ile boyanmış preparatlarda ise tipik morfolojik şekli immersiyon objektifi ile çok net görülür. Kistleri biraz daha küçük olup oval veya yuvarlaktır, hücre duvarı sitoplazmadan ayrıktır.
 Epidemiyoloji:
Giardiazisli hastaların dışkıları ile çıkardıkları kistler içme suyuna, sebzelerin sulandığı veya yıkandığı sulara karışacak olursa bu tür suların içilmesi veya sebzelerin yenilmesi ile infeksiyon bulaşır. Ülkemizde kurulan açık pazar yerlerinde satılan marul, maydanoz gibi sebzelerin taze kalmalarını sağlamak amacı ile çok kez pazar yerine yakın açıktan akan sular ile yıkandığı bir gerçektir. Kanalizasyon şebekesinin henüz büyük şehirlerimizde dahi tamamlanamamış olması lağım sularının şehir içinde açıktan akan sulara karışmasına neden olur. İçme suyunun sık sık kesilmesi ile borularda oluşan negatif basınç, çatlaklardan çevresindeki lağım sularının boru içine girmesini sağlar. Suyun tekrar verilmesi ile kontamine suların evlere ulaşması işten değildir. Bu nedenle salmonella, shigella, E.histolytica gibi G.lamblia’nın da diyare etkenleri arasında sık rastlanması doğaldır. Her şeye rağmen diyare etkenleri arasında G. lamblia’nın sık bulunmamasının nedeni diyareli hastalarda dışkının lam lamel arasında direkt incelenmesinin adet edinilmemesinden kaynaklanır. Ülkemizde diyaresi olan hastaya genellikle dışkı kültürü bile yapılmadan antibiyotik verilir. Dışkı kültürü istense de bu salmonella veya shigella’yı saptamaya yöneliktir. Bazı hastanelerimizde ise aksine fazla sayıda, G. lamblia kistinin görüldüğü şeklinde laboratuvar raporlarına tanık olmaktayız. Bunun nedeni de dışkıdaki kandidaların giardia kistleri ile karıştırılmasıdır.
Bu nedenle ülkemizdeki gerçek giardiazis insidansı hakkında yorum yapmak mümkün değildir. Dış kaynaklı bilgilerimize göre giardia, bir arada piknik yapan gruplarda, kreşlerde çocuklar arasında salgınlar bile yapabilir. Kolesistli hastaların bir kısmında etken olan mikroorganizmaya katılmış refakatçı bir protozoer olarak rastlanır. İnsandan insana direkt bulaşma, hijyenik şartların bulunmadığı aile bireyleri arasında mümkündür.
Patojenez: Giardia’ya bağlı diyaresi olanlarda dışkıda makroskopik kan ve pürülan mukus görülmediği gibi mikroskop altında incelendiğinde de PMN ve eritrosit de bulunmaz. Giardia lamblia, barsak mukoza epiteline tutunsa bile invazyon yapmaz, inflamasyona neden olmaz. Barsak lumeninde çoğalan bir protozoerdir. Şimdiye dek, enterotoksin salgılamadığı da bilinmektedir. İnce barsak mukozasında emilimi bozan gerçek patojenez belli değildir. Kronik giardiasisli çocuklarda absorpsiyon bozukluğuna bağlı olarak malnütrüsyon geliştiği gibi, malnütrüsyonlularda da giardiasis sık görülür. Laktaz enzim yetersizliği ile giardiasisin birlikteliği de oldukça sıktır. Giardia, hem humoral hem de hücresel immün yanıta neden olur. Özellikle intestinal sekretuvar IgA protozoerin intestinal kanaldan atılmasına yardımcı olur. İster konjenital, ister AIDS gibi sonradan gelişmiş olsun, immün yetersizliği olanlarda giardia infeksiyon veya kolonizasyon oranı yüksektir. Fakat bu kolnizasyonu sadece T veya B lenfositlerinin azlığına veya fonksiyon bozukluğuna bağlamak mümkün değildir.
 Klinik bulgular:
Giardia kistleri yutturulan gönüllülerin tümünde diyare oluşmadığı, bir kısmında sadece dışkıda kistlerin bulunduğu, ancak bir kısmında diyare geliştiği görülmüştür. Doğal bulaşmada da bazı insanların asemptomatik kist taşıyıcısı olduğu gözlenmiştir. Fakat bunun dışında, karın ağrısı, bulantı, kusma, diyare gibi belirtilerle akut gastroenterit tablosu verenler olduğu gibi, özellikle çocuklarda malnütrasyona varan kronik diyare de gelişebilir. Dışkıda kan ve pürülan mukus bulunmaz. Çok sulu, pis kokulu, sarı renkte dışkı veya patö kıvamda günde 4-5 kez dışkılama ile karakterli bir diyare olabilir. Teşhis edilip tedaviye alınmayanlarda diyare çoğunlukla birkaç hafta devam edip kendiliğinden geçer. Fakat bu hastalar aylarca dışkılama ile kist atabilirler. Ülkemizde giardiazis tanısı ekseriya 5-10 gün değişik antibiyotik kullanmasına rağmen diyaresinin geçmediği hastalarda protozoeri tanıyan hekimler tarafından konur. Bu konuda teşhis ve dolayısıyla tedavi yanlışlıklarına sık rastlanıyor. Dışkı florasındaki kandidaların kist zannedilip boş yere ornidazol verilenler olduğu gibi, bakteriyel bir diyare olarak kabul edilip uygun olmayan antibiyotiklerin kullanıldığı hastalar da vardır.Giardiaya bağlı diyare kronik olabilir veya zaman zaman kendiliğinden düzelmeleri akut diyare devreleri takip edebilir. Kolesistitli hastaların bir kısmında duodenumdan alınan safrada ve dışkıda trofozoit şekillerine rastlanır. Kolesistit patojezindeki rolü de belli değildir. Sadece kist çıkartanlarda giardianın trofozoit şekilleri büyük olasılıkla duodenum ve safra kesesinde bulunur.
Tanı:
Dışkıda mukus bulunsa bile, kan ve pürülan mukus yoktur. Ya su gibi ya da cıvık, pis kokuludur. Öze ile bir damla alınarak tuzlu suda süspansiyon yapılıp lam lamel arasında 40x objektif ile giardianın trofozoit veya kistleri aranır. Trofozoitleri yerinde durmaz, sürekli kıpırdanma veya yer değiştirme halindedir. Kistleri kandida ile karışabilir, ancak kandidalardan çok daha büyüktür (1-2 eritrosit büyüklüğünde, 7-19 mikron). Kistlerin çekirdeklerini direkt boyasız preparatta görmek mümkün olmaz. Havada kurutulmuş dışkı sürüntüsü alkol ile tesbit edildikten sonra trikrom, giemsa veya hematoksilen ile boyanıp immersiyon objektifi ile incelendiğinde armut şeklinde, iki gözlü hücreler trofozoit şekilleridir. Kistlerinin belirgin ve sitoplazmadan ayrılmış bir dış duvarı ve 2-4 çekirdeği vardır ve oval görünümdedir. Kistlerinin, dışkının formalin-eter karışımında süspansiyonu yapılarak konsantre edilmesi de mümkündür. Dışkıda giardianın görülmemesi halinde gastrik sonda ile alınan safrada aranabilir. Burada görülme şansı daha yüksektir.Tedavi:Giardiazis tedavisinde metronidazole, ornidazole, tinidazole, quinacrine ve furazolidone gibi ilaçlardan biri tercih edilebilir. Metronidazole en sık kullanılandır. Çocuklara 10-15 mg/kg/ gün, erişkinlere 250 mg x 3/gün, 10 gün süre ile yeterlidir. Gebelerde özellikle ilk trimestirde kullanılmaz. Çocuklarda furazolidone (DiyareksR) denenebilir. Kistlerin kaybolmaması halinde bir hafta ara verip 2. kür gerekli olabilir. SHIGELLOSIS (Basilli Dizanteri) Shigella adı verilen mikroorganizmaların neden olduğu, kanlı mukuslu diyare, karın ağrısı ve ateş ile seyreden bir kolittir. Ülkemizde sık görülmekle birlikte prognozu çok iyidir.”

DİŞLER ÇIKARKEN NELER OLUR?

Diş çıkarma belirtileri dişlerin kendisinden iki-üç ay önce ortaya çıkabilir. Bu semptomlar çocuktan çocuğa değişir ve aslında bunların neler oldukları ve ne kadar ağrı verdikleri konusundaki görüşler de doktordan doktora değişmektedir. Ancak genellikle diş çıkaran bir bebeğin şu tecrübeleri yaşayabileceği kabul edilmektedir.

DİŞLER ÇIKARKEN NELER OLUR?
Diş çıkarma belirtileri dişlerin kendisinden iki-üç ay önce ortaya çıkabilir. Bu semptomlar çocuktan çocuğa değişir ve aslında bunların neler oldukları ve ne kadar ağrı verdikleri konusundaki görüşler de doktordan doktora değişmektedir. Ancak genellikle diş çıkaran bir bebeğin şu tecrübeleri yaşayabileceği kabul edilmektedir :
·Salya Akıtmak : Birçok bebek iki buçuk-üç aylıktan başlayarak salya akıtır.Diş çıkarma bunu bazı bebeklerde diğerlerine göre daha çok arttırmaktadır. 
·Çene ya da yüzde kızarıklık : Bol salya akıtan bir bebekte ,çenede ve ağız çevresinde sürekli salya temasının yarattığı tahrişe bağlı olarak deride kızarıklık ya da çatlakların oluşması şaşırtıcı değildir. Bunu önlemek için gün boyunca periyodik olarak salyayı nazikçe silin ,bebeğiniz uyurken akan salyayı emmesi için de yatak çarşafının altına bir havlu koyun. Deride kuruma belirdiğinde yumuşak bir deri kremi ile o bölgeyi sürekli nemli tutun. 
·Hafif öksürük : Aşırı salya bebeğin zaman zaman tıkanmasına ve öksürmesine yol açabilir. Bebeğiniz soğuk algınlığı ,nezle ya da allerji belirtileri göstermiyorsa bunda endişelenecek bir durum yoktur. Bebeklerin dikkat çekmek ya da ses repertuarlarını zenginleştirmek için öksürüğü sürdürmeleri sık görülen bir durumdur. 
· Isırma : Bu durumda bir ısırık düşmanlık belirtisi değildir. Diş çıkaran bir bebek eline geçen her şeyi – bu kendi eli ,annesinin memesi ,yabancı birinin parmağı olabilir – ağzına sokarak dişetlerini rahatlatmaya çalışır. 
· Ağrı : Çıkmakta olan bir dişin baskısı altında dişetinde enflamasyon gelişir. Bu durum bazı bebeklerde dayanılmaz ağrılara yol açarken bazılarında hiç sorun oluşturmayabilir. İlk diş ve azı dişleri çıkarken en fazla sıkıntı yaratan dişlerdir. 
· Huzursuzluk : Enflamasyon arttıkça ve keskin diş yüzeye yaklaştıkça bebeğin dişetindeki ağrı sürekli bir hal alabilir. Kronik ağrısı olan herkes gibi sıkıntılı olabilir ve kendi normal halinden uzaklaşabilir. Bu huzursuzluk bazan haftalar boyunca sürebilir. 
·Beslenmeyi reddetme : Diş çıkarmakta olan bir bebek beslenmeyi reddedebilir. Katı yiyeceklere başlamış olan bir bebek bir süreliğine bu yiyeceklere karşı olan ilgisini yitirebilir. Ancak bu sizi endişelendirmemelidir. Çünkü bebeğiniz sıvı gıdalardan da gerekli besinleri alır ve dişi çıktıktan sonra iştahı yerine gelecektir. 
· İshal : Bunun diş çıkarma ile olan ilgisi çok şüphelidir. Bazı anneler her diş çıkardığında bebeklerinin ishal olduğunu söylerler. Bazı doktorlar büyük olasılıkla artmış tükrük salgısı nedeniyle diş çıkarmayla barsak hareketleri arasında bir bağıntı olduğunu düşünürler. Bazı doktorlar ise böyle bir bağıntının olduğunu kabul etmek istemezler ; belki de annelerin her ishali diş çıkarmaya bağlayarak önemli gastointestinal bozuklukların göz ardı edilebileceğinden çekindikleri için böyle davranırlar. Diş çıkardığı dönemde bebeğinizin dışkısının sulu olabileceğini bilin , ama iki dışkılamadan daha uzun süren ishali mutlaka doktorunuza bildirin. 
· Ateş : Ateş de tıpkı ishal gibi doktorların diş çıkarmayla bağıntılı olduğu konusunda tereddütle yaklaştıkları bir belirtidir. Dişetlerindeki şişme nedeniyle 38 C°’nin altındaki bir ateş diş çıkarmaya eşlik edebilir. Yine de bebeğinizin ateşi varsa diğer zamanlarda ne yapıyorsanız öyle davranın ve iki günde azalmazsa doktorunuza haber verin. 
· Uykusuzluk : Gece boyunca deliksiz uyuyan bebekler bile diş çıkarırken gece uyanmaya başlayabilir. Bu durumda hemen onu beslemeye çalışmayın. Bunun yerine kendi kendine tekrar uyumasını sağlayın.Gece uyanma da diğer problemlerde olduğu gibi ilk diş ve azı dişleri çıkarken daha fazla görülür. 
· Dişeti hematomu : Bazan çıkan bir diş dişetinde kanamaya neden olabilir , bu da mavimtrak bir leke olarak görülür. Bu hematomlar için endişelenmeye gerek yoktur ve tıbbi girişim gerektirmeden kendiliklerinden düzelirler. Soğuk kompres acıyı azaltıp iyileşmeyi hızlandırabilir. 
· Kulak çekiştirme , yanak kaşıma : Dişetlerindeki ağrı sinir yolları boyunca kulak ve yanağa yansıyabilir. Bebeklerin kulak enfeksiyonu olduğunda da kulaklarını çekiştirdiklerini unutmamak gerekir. Bebeğiniz diş çıkarsa bile kulak enfeksiyonundan kuşkulanıyorsanız doktorunuza danışın. 

DİŞ ÇIKARKEN NELER YAPMALI?
Onlarca denenmiş tedavi yöntemi vardır. Bazıları işe yarar , bazıları yaramaz. Aşağıdakilerden bazılarını siz de deneyebilirsiniz :
· Çiğneyecek bir şeyler vermek : Burada besin değerinden çok dişetlerindeki basıncı rahatlatmak amaçlanmaktadır. Bu nedenle de çiğnenen şey soğuk olursa yararı artar. Dondurulmuş çörek, soğuk bir muz, veya havuç, bir tülbente sarılmış buz parçası, lastik bir diş halkası. Bebeğinize çiğnemesi için ne verirseniz verin mutlaka yanında bulunun ve oturur pozisyonda olmasını sağlayın. 
· Dişlerini kaşıyabileceği şeyler : Bazı bebekler başlangıçtaki acı nedeniyle itiraz edebilir. Fakat bir süre sonra acı yerini rahatlamaya bırakır. 
· Soğuk içecekler : Bebeğinize bir biberon soğuk su verin. Biberonu reddederse bardakla vermeye çalışın. Bu sayede bebeğinizin su ihtiyacını da karşılamış olur ve ishal veya artmış salyayla kaybettiği sıvıyı yerine koyarsınız. 
· Soğuk yiyecekler : Buzdolabında soğutulmuş şeftali püresi, elma püresi, yoğurt, bebeğinize oda ısısındaki yiyeceklerden daha çekici gelebilir. 
· Ağrıyı azaltacak bir şeyler : Başka hiç bir şey işe yaramazsa parasetamol işinizi kolaylaştıracaktır. Doz ayarlaması için doktorunuza danışın. Doktorunuz önermediği sürece bebeğinizin dişetlerine başka bir şey sürmeyin. Bunun içine alkollü içecekler de dahildir

ÇOCUKLARDA GENİZ ETİ

Çok büyüdüğü durumlarda, orta kulak boşluğu östaki tüpüyle geniz bölgesine açıldığından, östaki tüpünün ağzını tıkayabilir ve orta kulağın havalanmasını engelleyebilir. Bu durumda kulak rahatsızlıkları ortaya çıkar.

Geniz eti nedir?
Geniz eti, burun boşluğunun arka kısmıyla yumuşak damağın, yani boğazın üst kısmında yer alır. Genellikle çocuklar 14 yaşına gelene kadar küçülür ve kaybolur. Erişkinlerde pek görülmez. Geniz etini büyüten nedenler arasında enfeksiyonlar gelir. Ama kendi başına da geniz eti büyük olabilir. Aşırı büyük olduğu zaman burun boşluğunun gerisini tıkar ve bu nedenle burunda soluk alıp vermeyi güçleştirir. Çocuklarda buna bağlı olarak burun tıkanıklığı ya da apne(nefes duraklaması) gibi bazı sorunlar ortaya çıkar. Çok büyüdüğü durumlarda, orta kulak boşluğu östaki tüpüyle geniz bölgesine açıldığından, östaki tüpünün ağzını tıkayabilir ve orta kulağın havalanmasını engelleyebilir. Bu durumda kulak rahatsızlıkları ortaya çıkar.
Geniz etinin büyüdüğü nasıl anlaşılır?
Çocuklarda geniz eti büyüdüğü zaman, öncelikle aileler çocuklarının burunlarının tıkandığını fark ederler. Burun tıkanıklığı özellikle geceleri ağız açık uyumaya ve horlamaya neden olur. Geceleri rahat uyuyamayan çocukta dikkat dağınıklığı ve ders başarısında düşüklük meydana gelir. Growt hormon(Büyüme hormonu) gece salgılandığından boy uzaması ve kilo almada ciddi aksaklıklar ortaya çıkar  Geniz etinin büyüme belirtileri şöyledir:* İşitme azlığı,* Sık geçirilen orta kulak enfeksiyonu,* Sinüzit,* Üst solunum yolu enfeksiyonu
Geniz eti çocuklarda ne tür uyku problemlerine yol açar?
En uygun solunum yolu burun solunumudur. Eğer burun tıkanıklığı oluşursa, çocuk ağızdan nefes almaya başlar. Bu bir direnç oluşturur, çocuk o direnci yenmek için çaba sarf etmek zorunda kalır. Bu, enerji kaybına ve sağlıklı uyku uyuyamama sorununa yol açar. Üst solunum yolu direnci sendromu ve bir de apne denilen solunum durmaları sorunu oluşabilir.
Geniz eti çocuklarda hangi kulak rahatsızlıklarına neden olur?

Orta kulak, östaki tüpü denilen bir kanal vasıtasıyla geniz bölgesinden havalanır. Geniz etinde büyüme olan çocuklarda bu östaki tüpünün fonksiyonu bozulur ve orta kulak gereği gibi havalanamaz. Bu bölgede negatif basınç oluşur. Normal şartlarda yutkunduğumuzda orta kulağa bir hava gönderiliriz ve bunu bir çıtırtı sesi olarak hissederiz. Geniz bölgesinde tıkanıklık olduğunda bu işlev tam olarak yapılamaz. Bu negatif basınç artarsa, o bölgedeki damarlardan orta kulak boşluğuna sıvı çekilir. Bu duruma “orta kulakta iltihapsız sıvı birikimi” denir. Bu nedenle çocuklarda bir miktar işitme azlığı olur.
Bu iltihapsız sıvı, eğer geniz bölgesinden gelen birtakım bakterilerle iltihaplanırsa, orta kulak iltihabı söz konusu olur. Bu durumda orta kulakta biriken sıvının karakteri değişir, sarı ve daha iltihaplı hale gelir. Mutlaka tedavi edilmelidir. Kulak zarında kendiliğinden delinmelere yol açarsa, bu durum daha sonra “kronik otit” (kronik orta kulak iltihabı) denilen orta kulak boşluğunun dış ortama açık olmasıyla karakterize daha ağır tablolara dönüşebilir.

ÇOCUKLARDA İSHAL

Çocuklarda İshal, İshal en sık 0-5 yaş grubunda rastlanan ve özellikle ilk 2 yaştaki ölüm nedenlerinin başında gelen bir hastalıktır.

Çocuklarda İshalİshal en sık 0-5 yaş grubunda rastlanan ve özellikle ilk 2 yaştaki ölüm nedenlerinin başında gelen bir hastalıktır.Büyük çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere dünyada her yıl ishalden 4-5 milyon çocuğun yaşamını kaybettiği bilinmektedir.Günde üç kereden fazla sayıda sulu dışkılama, ishal olarak kabul edilir. Yalnızca sık dışkılama, kıvam bozuk değilse ishal sayılmaz. İshalde (diyare), bağırsak hareketlerinin artması, su ve mineral emilimin azalması ve/veya barsaklara vücuttan su ve mineral salgılanmasının artması sonucu dışkı miktarı fazlalaşır. Günlük dışkı sayısı artar veya dışkı kıvamı bozularak yumuşak, sulu bir görünüm alır.
Özellikle küçük bebeklerde beslenme şekline göre dışkılama sayısı değişir. Örneğin yenidoğan döneminde günde 3-5 kez dışkılama normaldir. Bu sayı geçiş kakası döneminde (3-15. günlere arası) günde 8-10’u bulabilir. Bundan sonraki dönemde, ilk yaşın sonuna kadar, dışkı sayısı genellikle günde 2-3’tür. Ancak özellikle anne sütü ile beslenen normal bebeklerde günlük dışkı sayısı 7’ye varabilir. Dışkının miktarı esas alınarak, ishal tanımı daha objektif kriterlere dayandırılabilir. Günlük dışkı miktarının süt çocuğunda 10g/kg/gün, daha büyük çocukta ise 200mg/kg/gün üzerine çıkması ishal kabul edilir.Yenidoğan ve süt çocuklarında ileri yaşlara kıyasla ishal daha kolaylıkla oluşur.
Ve daha ağır bir gidiş gösterir. bu durum, ilk aylardaki çocukların besi bileşimindeki değişikliklere kolay uyum gösterememeleri, ayrıca ishal yapabilen birçok patojen organizmalara henüz bağışıklık kazanmamış olmaları ile açıklanır. Bu yaşta ishal ile birlikte hemen daima kusmalar görülür. Bu da çocuğun durumunu ağırlaştırır. Küçük bebeklerde su ve tuz dengesi iyi korunamaz, aşırı kayıpla ani sıvı kaybı(dehidratasyon) hızla gelişir.İshallerin sıklığı ve nedenleri toplumun sağlık koşullarına göre farklılık gösterir. Ülkemizde enfeksiyonlar ishallere yol açan nedenlerin başında gelir. Evlerin akarsu, uygun tuvalet drenajı gibi hijyenik koşullardan yoksun olması, yemeklerin hazırlanışında temizlik kurallarına dikkat edilmemesi, çocuğa bakan kişilerin kişisel hijyen bilgisinden yoksun oluşu enfeksiyöz ishallerin oluşmasını kolaylaştıran risk faktörleridir. Diğer bir risk faktörü, dengesiz beslenmedir. Dengesiz beslenmeye en sık diyette karbonhidrat fazlalığı olarak rastlanır.
Genellikle ilk yaşta unlular veya fazla sulandırılmış, nişasta ve şeker ilave edilmiş sütten oluşan beslenme şekli, protein-enerji azlığına yol açtığı gibi bağırsaklarda fermantasyonu ve sulu dışkılara eğilimi de arttırır. Yanlış beslenme uygulanan çocukların anneleri, genellikle yeterli bilgi alamadıkları için, verilen besinin temizliğine de dikkat etmezler ve bu çocuklarda barsak enfeksiyonları çok görülür.Tuvalete çıkma sayısı her çocukta farklılık gösterebilir. Ancak çocuğunuz her zamankinden daha sık ve sulu kaka yapıyorsa ishal olmuş demektir.Yedi güne kadar iyileşen ishaller ani, 14 güne kadar uzayan ishaller inatçı, 14 günden uzun süren veya yinelenen ishaller kronik ishal olarak değerlendirilir.
Her üç tip ishalin yaklaşım ve tedavisi farklı olduğundan bu ayrımların bilinmesi faydalıdır.Bu bölümde en sık rastlanan ishal şekli olan ani ishalleri işleyeceğiz;Ani ishal:Çocukta dışkı sayısı ve miktarının artmasıdır. Bu ishallerin büyük bir kısmı mikrobik nedenlerden dolayı meydana gelir. Başta virüsler olmak üzere bakteriler ve parazitler ani ishale sebep olabilirler.Gelişmiş ülkelerde ani ishale daha çok virüsler neden olmakla birlikte, diğer ülkelerde bakteri ve parazitlere bağlı ishaller ağırlıklıdır.Boğaz, kulak, idrar yolu enfeksiyonlarında ve zatürre gibi ağır hastalıklar sırasında da ani ishal görülebilmektedir.Enzim eksikliklerine ve beslenmeye bağlı ishaller ani başlayabilmekle birlikte, esasta kronik ishale neden olurlar.İshal ile birlikte çoğunlukla kusma, karın ağrısı, ateş görülmekle beraber, bu bulgular her zaman ishale eşlik etmeyebilir.Ani ishallerde ölümlerin başlıca nedeni , hayatın devamı için gerekli olan su ve minerallerin vücuttan çok fazla kaybedilmesidir.
Ani ishalde çocuklar ne kadar su ve tuz kaybeder?
1.Hafif sıvı kaybı: Çocuk canlı, aktif, sıvı alımı normal, gözler çökük değil, gözyaşı mevcut, ağız ve dil nemli, cilt gerginliği azalmamış.Vücut ağırlığının % 5’inden daha azını kaybetmiş.  
2.Orta derecede sıvı kaybı: Çocuk huzursuz, şiddetli sıvı alma ihtiyacında. Gözler içeri çökmüş, gözyaşı yok, ağız ve dil kuru, çekilip bırakılınca, cilt eski haline zorlukla geliyor. Vücut ağırlığının % 5-10 arası sıvı kaybetmiş.
3.Ağır sıvı kaybı: Çocuk dalgın, sorulara cevap vermiyor, sıvı ve su içemiyor, çekilip bırakılınca cilt eski haline çok zorlukla geliyor. Şok bulguları (tansiyonu düşük, el ve ayakları soğuk, soluk görünüyor) var. Vücut ağırlığının % 10’undan daha fazla su kaybetmiş.